Divan edebiyatının seçkin temsilcileri Dursun Gürlek
Ankara24.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
Türk edebiyatçıları arasında Divan edebiyatına hakkıyla vakıf olan bazı isimler var ki onları Ali Ekrem Bolayır, Ömer Ferid Kam, Ali Nihad Tarlan diye sıralayabiliriz. Bu güzideler kâfilesinin son temsilcilerinden biri de – hiç şüphesiz- Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu idi. Bir trafik kazası sonucu ve genç yaşta vefat etmesi, başta edebiyatçılar olmak üzere bütün sevenlerini hüzün deryasına gark etti. Mekânı cennet, makamı âli olsun.
Benim merhumla şahsen bir tanışıklığım olmadı. Fakat İstanbul Fikirtepe Eğitim Enstitüsü’nde eski Türk Edebiyatı dersimize gelen hocamız Ali Tanyeri gerek derslerde gerekse başka mahfillerde kendisinden sitayişle bahsetmeyi sürdürünce, ben de Çavuşoğlu’na karşı büyük bir muhabbet uyandı. Daha sonraları da bu iki ismin bazı divanları birlikte neşrettiklerini öğrendim. Yukarıda ismini kaydetmedim ama Ali Tanyeri hocamız da bu sahanın otorite isimlerinden biriydi. Dediğim gibi hem Behçet Necatigil’in, hem Çavuşoğlu’nun isimlerini dilinden düşürmezdi. Üçüne de rahmet olsun.
Üsküdar kaymakamlığınca bu ilçemizde açılan kitap fuarından aldığım eserlerden birinin de Mehmet Çavuşoğlu ile ilgili olduğunu hemen belirteyim. “Nerden Gelir Bunca Işık” adını taşıyan bu eserin bir armağan kitap olduğunu söyleyebilirim. Armağan’ın baş tarafında merhumun kardeşi Ali Çavuşoğlu’nun hüzün dolu satırlarla kaleme aldığı yazı bulunuyor. Abdullah Uçman, Âlim Kahraman, Mehmet Kalpaklı beylerin hatıraları da ilgiyle okunuyor.
Geçen gün Kasım 1978 tarihli “Türk Edebiyatı” dergisinin sayfalarını – aramakta olduğum bir makaleyi bulmak için- çevirirken Çavuşoğlu’na duyduğum muhabbeti tazeleyen bir yazıyla karşılaştım. Bu, şahsen de tanıdığım, hatta evinde de ziyaret ettiğim Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan ile ilgili bir yazı idi. Çavuşoğlu’nun, hocası Tarlan’ı anlattığı bir yazıdan bazı bölümleri sizlerin de ilgiyle, merakla okuyacağınızı düşünerek aşağıya naklediyorum.
“Hocam Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan’ı 30 Eylül gecesi kaybettim. 1958 yılından beri talebesi, asistanı, doçenti, fakat her zaman talebesi olarak devam eden maddi beraberliğimiz sona erdi.
Aslında iki yıldır kendisini bu kaçınılmaz sona hazırlıyordu. Bir yayınevi bütün eserlerini bir külliyat halinde basmayı kendisine teklif etmiş, o da benim onları yeniden gözden geçirmem ve gerekli düzeltmeleri yapmam şartıyla ‘evet’ demişti. O sıralarda bana yazdığı bir mektupta bu durumu belirtiyor, eserlerin ikimizin adıyla yayınlanmasını istiyordu. İşe makalelerinden başlamıştık. Derlenmeleri vakit almaktaydı… Bundan dolayı canı sıkılıyor, ‘galiba yayınlandıklarını göremeyeceğim’ diye şikâyette bulunuyordu. Diğer taraftan, kırk yıldan beri talebeleri ve dostları tarafından kendisinden ısrarla talep edilen Fuzuli ve Şeyh Galip divanlarının şerhlerine başlamıştı. Fuzuli divanının kendi yayınladığı gazeller kısmının şerhini tamamladı. Sonra Şeyh Galib’in Farsça şiirlerini şerh etti.
Bunların dışında, aralarında Necati’nin Farsça divanının ve Molla Cami’nin Yusuf ve Züleyha mesnevilerinin tercümeleri de bulunan beş eser ve ondan fazla makale vardı. Yaşı seksene yaklaşan bir insan için – ki 1898 doğumluydu – böylesine yüklü bir çalışma ile bu kadar çok mahsül vermek bir bakıma ölümü yenme içgüdüsü ile izah edilebilir. Fakat o, tam bir mü’min olarak eserlerinin okunduğu müddetçe amel defterinin kapanmayacağına inanıyordu. Fuzuli divanının şerhini tamamladığını o günün akşamında bana çocuk gibi sevinerek bildirmiş, ertesi gün ziyaretine gittiğimde önüne yığdığı 16 defteri göstererek ‘Bu benim 80 yıllık ömrümün mahsulüdür’ demişti.
Durmadan, okuyan, araştıran, soran bir âlim, öğrendiklerini öğretmek isteyen ve bundan sınırsız zevk alan bir hoca idi. Hocalık, pek mukaddes bildiği ve mensubu olmakla daima iftihar ettiği bir meslekti. Bir gün bana, ‘Küçüklüğümde aile çevremdeki çocuklarla oynarken onlar doktor olacağım, hâkim olacağım derlerdi; ben de, ben hoca olacağım derdim. Allah’a çok şükür, bana nasip etti’ demişti.
Kendisi çok hassastı. Fakültede talebe iken bir gün odasına girmiştim. Kapısı sert darbelerle vuruldu ve açıldı. Gelen Mükrimin Halil Hoca idi. Belli ki, elinden hiç eksik etmediği bastonu ile kapıya vurmuştu. İçeri girer girmez, ‘Hassasiyetin nasıl Nihat’cığım?’ dedi. Sonra öndeki koltuğa oturdu. Elbistanlı şivesiyle ‘Gaavemi sööle Nihad’ dedi. Mükrimin Hoca’nın vefatında ben bir gazete musahhihiydim. Hoca’dan eski ve aziz arkadaşı için bir yazı istedim. Ertesi günü gelmemi söyledi. Gittiğimde yazıyı yeni bitirmişti ve ağlıyordu. Odasında geçen o hadiseyi sonradan kendisine hatırlattığımda Mükrimin Hoca’nın her girişte aynı şeyleri söylediğini anlatmıştı.
Hassasiyeti öylesine etkiliydi ki, aziz arkadaşı vefat ettiğinde cenazesinde bulunamamıştı. Nitekim aynı şeyi hayatında maddi manevi destekçisi olan eşi Leman Hanım’ın vefatında da yaptı. Evde tek başına ağlayıp durdu. Hanımının yıllarca felçli olarak yatağa bağlı kalışı Ali Nihat Bey’i perişan etmişti. Onu, hassasiyetinin hücumundan korumak için evde Leman Hanım’dan nadir olarak bahsedilirdi.
Birkaç defa 38,5 ateşle derse girdiğine şahit olduğum Ali Nihat Hoca, hiç hak etmediği bir muâmele, ummadığı bir nankörlük karşısında hasta olurdu. Doktorlar evde istirahat etmesi için raporlar verirler, fakülteye gelmezdi. Böyle bir sebepten fakülteye gelemediği bir sırada üniversite senatosu 118 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bir maddesine göre onu emekli etmişti. Bu hadise hayatında gördüğü son ve en büyük darbe oldu. Fakat o mistik mutasavvıf tarafı hassasiyetinin şiddetine galip gelmişti. Emekliliğinden birkaç ay sonra çıkan yeni üniversiteler kanununun koyduğu yaş haddinden dolayı emekli olan öğretim üyeleri için fakülte dekanlığınca hazırlanan merasime geldi. İtiraf edeyim ki, bunda birazcık benim de dahlim oldu. Ne yazık ki, o merasimdeki Ali Nihat Bey her zamanki tanıdığımız, bildiğimiz neşeli Ali Nihat Bey değildi.
Ölümünde, üniversitelerde alışılagelmiş olan merasim ona yapılamadı. Gerek üniversite gerek fakülte ile arasında geçen olaylar, en haklı olduğu zamanlarda bile kendisine bütün kapıların kapanışı, hatta haksız ilan edilişi göz önüne alınırsa iyi de olmuştur. İnanıyorum ki kendisine sorulsaydı, reddederdi.
2 Ekim Pazartesi günü ikindi namazında, camiin avlusunda yurdun her tarafında bulunan talebeleri dışında, hemen hemen bütün sevdikleri hazırdı. Mezarı başında da sevdiği insanlar ona karşı son vazifelerini yaptılar. Üstüne toprak saçtılar. Bana gelince, tenkitli basımını hazırladığım ve ondaki üstünde Kâtip Çelebi’nin istishap kaydı bulunan Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiresi’ni gözden geçirirken rastladığımız, orijinal telakki ettiğimiz, Şair-i Şiri’nin de ‘hayal-i hassındır’ deyip övündüğü (Kabrüm üzre ölicek dem ola şayed gelesin / Kim bile ben yitüği bulmaya toprak dökesin) beytini ve beraber geçirdiğimiz yirmi yılı hatırlıyordum.
Yitiği bulmak için toprak dökerek remil atılır. Ali Nihat Bey’in kabri ise belli. Kendisi de eserlerinde yaşayacak. Eski Türk Edebiyatı ve İran Edebiyatı ile uğraşanlar ise, onu daima arayacaklardır.”
Bu konudaki diğer haberler:
Görüntülenme:78
Bu haber kaynaktan arşivlenmiştir 26 Ekim 2025 04:04 kaynağından arşivlendi



Giriş yap
Haberler
Türkiye'de Hava durumu
Türkiye'de Manyetik fırtınalar
Türkiye'de Namaz vakti
Türkiye'de Değerli metaller
Türkiye'de Döviz çevirici
Türkiye'de Kredi hesaplayıcı
Türkiye'de Kripto para
Türkiye'de Burçlar
Türkiye'de Soru - Cevap
İnternet hızını test et
Türkiye Radyosu
Türkiye televizyonu
Hakkımızda








En çok okunanlar



















