Babalar ve oğulları: Karşılıksız parayı kim bastı? Özgür Bayram Soylu
Ankara24.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
Bugünün dünyasında para, dışarıdan basılan bir araç değil, toplumun kendi üretim ilişkileri içinde dolaşan
bir toplumsal sözleşmedir.
Artık para, ekonominin dışından gelen bir değişken değil, kredi, borç, üretim ve güven döngüsünün içinden doğan bir sonuçtur. Her para birimi, bir borç kaydının; yani üretim sürecinin finansmanına dair bir talebin ifadesidir. Bu nedenle “karşılıksız para” kavramı, bugünün ekonomik gerçekliğinde anlamını yitirmiştir.
Para arzı, merkez bankasının matbaasında değil, ekonominin damarlarında oluşuyor. Bankalar kredi verdikçe para yaratılıyor; merkez bankası yalnızca bu sürecin gerektirdiği rezervi sağlıyor. Yani para arzı, yukarıdan yönetilen bir miktar değil, ekonomik faaliyetin kendisi tarafından belirlenen bir süreç olarak karşımızda duruyor. Bu bakış açısı, ekonomiyi teknik bir mühendislik alanı olmaktan çıkararak; onu siyasal ve toplumsal bir organizma olarak yeniden tanımlamakta. Kabul etmeliyiz ki para, üretimin yan ürünü değil, üretimin ön koşulu. Dolayısıyla ekonomi politikası da yalnızca “doğru faiz” ya da “disiplinli bütçe” arayışıyla değil, gelir dağılımı, istihdam ve toplumsal güven dengesiyle ilgilenmek zorundadır.
“KARŞILIKSIZ PARA” RETORİĞİ: DİSİPLİN DEĞİL, İTAAT ÇAĞRISI
“Karşılıksız para basma” ifadesi, teknik bir tanım olmaktan çok, ideolojik bir disiplin çağrısıdır. Bu söylem, piyasanın akıllı, devletin ise irrasyonel bir aktör olduğu varsayımına dayanır. Devlet toplumsal ihtiyaçlar için harcadığında “karşılıksız” sayılır; ama finans piyasası aynı işlevi kredi üzerinden yaptığında buna “yatırım” denir. Oysa modern ekonomi tam tersine işliyor: her kredi, her mevduat, her borç ilişkisi zaten bir para yaratımıdır. Yani sistemin kendisi içsel olarak “karşılıklı”dır ve para her zaman üretim ve borç ilişkileri içinden doğar. Bu nedenle “karşılıksız para basmak” diye ayrı bir eylemden söz etmek, ekonominin borç ve üretim döngüsüyle işleyen doğasını görmezden gelmektir. Paranın değeri, arkasında altın ya da rezerv olmasından değil, üretim süreciyle ve gelir yaratma kapasitesiyle kurduğu bağdan doğar. Para, üretimin yansımasıdır; üretim yoksa, rezerv de anlamını yitirir. Gerçekte para arzı artışı, bir neden değil, ekonominin ödeme kapasitesine verdiği tepkidir. Fiyatlar, kur ve maliyetler arttığında firmalar daha fazla kredi talep eder; bankalar bu talebe karşılık yeni para yaratır. Bu, “karşılıksız basım” değil, ekonomik organizmanın kendi iç dengesine uyumudur. Bu yüzden mesele, kim para bastı sorusu değil; paranın kim için ve neyin karşılığında yaratıldığı sorusudur. Bu kadar hikaye yeter diye düşünüyorum.
REFORM DEĞİL, NOSTALJİ
Babacan çizgisi, ekonomiyi “rasyonel zemine döndürmekten” söz ederken aslında
siyaseti ekonomiden uzaklaştırmayı
, yani karar mekanizmalarını toplumsal taleplerden koparmayı hedefliyor. Oysa üretim yapısı zayıflamış, gelir dağılımı bozulmuş, emeğin payı erimiş Türkiye’nin yaşadığı kriz teknik değil toplumsaldır. Türkiye’nin bugünkü ekonomik krizi “para basıldığı için” değil;
• Üretimin ithalata bağımlı hale gelmesi,
• Gelir dağılımının bozulması,
• Sermaye birikiminin finansal sektörlere kayması
• Ve devletin yeniden dağıtım gücünü yitirmesi
nedeniyle derinleşmiştir.
Eski
Başbakan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı, Ekonomi Bakanı Babacan’ın “rasyonel zemine dönelim” çağrısı, bu yapısal sorunların hiçbirine dokunmadan yalnızca
eski statükoyu restore etmeye
yöneliktir. Bugün teklif ettiği şey reform değil, nostaljidir:
• Eski “güvenli sermaye” dönemine özlem,
• Eski “disiplinli teknokrat” modeline dönüş.
Babacan’ın önerdiği politika, aynı reçeteyi yeniden sunmaktan ibarettir; o yüzden “deva” değil, eski hastalığın tekrarıdır. Gerçek çözüm, para miktarını ya da faiz oranını tartışmakta değil; ekonomik ilişkilerin doğasını yeniden kurmakta yatıyor. Türkiye’nin önündeki mesele, parayı değil, paranın dolaştığı ilişkileri düzeltmektir.
Bu da ancak:
• Üretimi yerelleştiren,
• Geliri adil dağıtan,
• Kamusal yatırımı stratejik hale getiren,
• Ekonomik güveni finansal piyasalardan değil, toplumdan devşiren
bir yönelimle mümkündür.
AYNI İSİMLERLE YENİ HİKÂYE YAZILAMAZ
Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’ye geri dönmesi, ne ekonomiye yeni bir yön kazandırabilir ne de siyasete taze bir enerji katabilir. Çünkü Türkiye’nin bugün yaşadığı kriz, isimlerin eksikliğinden değil, yaklaşımların tükenmişliğinden kaynaklanıyor. Toplumun da teşkilatların da talep ettiği şey, eskilerin yeniden sahneye çıkması değil; söylemde, zihniyette ve yönetim tarzında bir yenilenme. Aynı kadrolara yeni unvanlar vermek, yalnızca bir devinim yanılsaması ortaya çıkarıyor. Oysa ülke artık kozmetik değişimlerle değil, fikrî cesaret ve siyasal vizyonla nefes alabilme noktasına gelmiş durumda.
Sorun, bu iki ismin kendilerine biçtikleri tarihsel rolün, toplumun ihtiyaç duyduğu değişimle örtüşmemesidir. Her ikisi de sahneden çekildikleri dönemin yüksek perdeden yazılmış birer siyasi otobiyografisi gibi davranıyor; sanki ülke onların dönüşünü bekliyormuş, siyaset onların eksikliğiyle dengesini yitirmiş gibi.
Oysa toplum artık “eski kurucu baba”ların değil, kendi kaderini yazacak yeni kuşakların sesine kulak vermek istiyor. Kısacası, Türkiye’nin ihtiyacı eski koltuklara yeni isimler değil, yeni bir siyasal akıl ve toplumsal samimiyettir. Türkiye’nin bugün ihtiyacı, eski ekiplerin yeniden dağıtıldığı bir kabine değil, geleceğe dair yeni bir hikâyedir.
Bizde bir hikâyeyi aynı kalemle yazarsan, sonuç yine aynı satır olur.
Bu konudaki diğer haberler:
Görüntülenme:92
Bu haber kaynaktan arşivlenmiştir 29 Ekim 2025 04:23 kaynağından arşivlendi



Giriş yap
Haberler
Türkiye'de Hava durumu
Türkiye'de Manyetik fırtınalar
Türkiye'de Namaz vakti
Türkiye'de Değerli metaller
Türkiye'de Döviz çevirici
Türkiye'de Kredi hesaplayıcı
Türkiye'de Kripto para
Türkiye'de Burçlar
Türkiye'de Soru - Cevap
İnternet hızını test et
Türkiye Radyosu
Türkiye televizyonu
Hakkımızda








En çok okunanlar



















