‘Zaman bana ilham veriyor, büyülü bir şey gibi geliyor’
Ankara24.com, Hurriyet kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Defne Suman’ın romanı ‘Rüyaya Benzer’i okurken kitabın son sayfalarına kadar zihninizi şu soru kemiriyor: ‘Azra nasıl öldü?’ Ama sadece bu sis perdesini aralamaya çalışmakla kalmıyorsunuz. Eğer bugün 40’lı, 50’li yaşlarınızdaysanız ve gençliğiniz İstanbul’da geçtiyse her sayfada Beyoğlu’nun arka sokakları, arkadaşlarınız, aşklarınız ve kaygılarınız da selam çakıyor size. Defne Suman’la Beyoğlu’nda buluşuyor; yazarlık yolculuğunu, hayatındaki kırılma noktalarını ve Azra’yı konuşuyoruz.
Anneniz size ilk günlüğünüzü verdiği gün yazmaya başlamışsınız ama yazar olmak hayaliniz değilmiş. Sizi yazarlığa iten dönüm noktası neydi?
Galiba birilerinin bana “Yaz” demesi... ‘Sen önce kendine inan’, ‘Sen önce kendini sev’ klişelerinden hoşlanmıyorum. Ona başka birisi inanmıyorsa insanın kendine inanması, hele kendini sevmesi imkânsız bir şey. Seni kimse sevmediyse sen kendini mümkün değil sevemezsin. O pratik gelişmemiştir çünkü iç dünyanda. Kişisel gelişim, günlük, günce, blog gibi şeyler yazıyordum. Onların da yaratıcı tarafı var ama hayal üretmiyorsun. Hayal üretimi olan edebiyat yazarlığına başlamam birilerinin bana inanmasıyla oldu. Kuraldışı Yayınları’nın kurucuları Saim Koç ve Nil Gün ilk kitabım ‘Mavi Orman’ı bastılar. İkincisini yapalım diye gittiğimde Saim Koç dedi ki: “Kalemin iyi, en iyisi roman yaz.”
‘Rüyaya Benzer’ okurları 90’ların sonuna götürüyor. O yıllarda neler yapardınız?
Azra Tekin’inkine benzer bir hayatım vardı. Yakın arkadaşımla Cihangir’de bir eve çıkmıştık ki kitapta bire bir o evi anlattım. Rock müzik dünyasından birçok arkadaş edinmiştik. Yakınlarımız, sevgililerimiz rock müzik dünyasındandı. Kemancı’da, Hayal Kahvesi’nde, Roxy müzik günlerinde sahne alırlardı. Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okuyordum. Bebek’te, Hisar’da çok vakit geçirirdik.
Tam doktora yapacakken akademiyi bırakıp Tayland’a gidiyorsunuz...
Amerika’ya gidip gitmemeye karar veremiyordum. Bir burs çıkmıştı ama kendimi orada göremiyordum. Genç yaşta kaybettiğimiz Dicle Koğacıoğlu (sosyolog) arkadaşımdı. Bana demişti ki: “Roman yazabileceğine inanıyorsan hiç durma, söylemek istediğin her şeyi taşı ve edebiyatta kendini göster.” Amerika’daki doktoradan orada vazgeçtim. Vizesiz, iş bulabileceğim bir ülke ararken yelkenleri Asya’ya çevirdim.
Yoga da hayatınızda önemli bir yer tutuyor...
Ne istediğimi bilmediğim ama ne istemediğimi çok iyi bildiğim bir dönemdi. Akademide kalmayı istemediğim netti ama yerine ne koyacağımı bilmiyordum. Cevap Tayland’da, ilk yoga dersimde geldi. Kendilerini bu işe adamış iki yoga eğitmeniyle tanıştım. Yogaya âşık oldum.
Kitaba dönersek... Polisiye öğeleri ve duygusallık bir arada. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir hayalet polisiyesi. Hikâyede ölü bir anlatıcımız var (Azra Tekin) ve kendisinin nasıl öldüğünü bulmaya çalışıyor. Okurların kitaplarımı sonunda ne olacağı merakıyla okumasını seviyorum.
Azra “Zaman belki akıl sağlığımızı korumak için uydurduğumuz bir yalan” diyor. Zaman sizin için ne ifade ediyor?
Zaman bana ilham veriyor. Küçük odacıklar, küçük hücreler gibi bir şey bence. Düzlüğünü biz uyduruyoruz ve aynı anda birçok zaman yaşanıyor belki de. Büyülü bir şey gibi geliyor bana. Üzerine düşünmeyi, zamanı bükmeyi çok seviyorum.
Azra’nın hikâyesinde bir onaylanma arzusu hissediliyor...
İstanbul’daki arkadaşları Enis, Serpil, Anna Maria, hepsi zengin çocukları. Sosyal olarak daha gelişmiş olduklarını düşünüyor ve onların gözünde onaylanmayı önemsiyor. O onayı da alıyor ama aldıkça doymuyor, sonra bunu daha siyasete bulaşmış arkadaşlarından istiyor. Yine doymuyor, Ali’den istiyor...
İnsanın onay arayışı hiç bitmiyor mu?
Bence insan gençliğinde, belki 35-40 yaşlarına kadar başkalarının onayını istiyor, sonra bir yerde doyuyor. “Tamam, galiba bu işte gerçekten iyiyim” dediğin bir noktaya varıyorsun.
Azra “En büyük hayalin gerçekleşmesi, dev bir dalganın çekildiği sahilde kalakalmak gibi” diyor. Hayalleriniz neler?
Geçmişi ayrıntılı hatırlar, geleceği ayrıntılı hayal ederim. Finlandiya’da evim olsun istiyorum mesela. Nobel ve Booker alayım, hayran olduğum yazarlarla bir araya gelebileceğim etkinliklere katılayım; Arundhati Roy ve Selman Rüşdi’yle tanışayım... Üretimin en derini, en yükseği neresiyse oraya varmak hayalim. Küçük hayalimse hep aynı: Şu anda yazdığım romanı bitireyim.
Şu an üzerinde çalıştığınız roman hakkında biraz ipucu alabilir miyiz?
İsmi ‘Latif Pastanesi’. ‘Rüyaya Benzer’deki Enis ve Anna Maria’nın dedelerinin hikâyesini anlatacak: 1870’lerden başlayıp bugünlere kadar uzanan, biri Rum, diğeri Türk iki ailenin dostluğu, iç içe geçişleri, bir pastane kurmaları ve o pastanenin bugüne gelişi...
‘O elmalığıyla meşgul ve kendi dertleri var’
Cambridge Sözlüğü 2025 yılının kelimesini ‘parasosyal’ (bir ünlüye ya da dijital figüre tek taraflı yakınlık duymak) olarak açıkladı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Nâzım Hikmet’in bir dizesi var: “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” Ben de çocukken Joan Baez’e hayrandım ama benim onu sevdiğim gibi beni sevmeyeceğinin farkındaydım. O elmalığıyla meşgul ve kendi dertleri var. Elmayı seviyorum, onun da beni sevmesini bekliyorum. Ama elma beni tanımıyor ki!
En sevdiğiniz ve tedavülden kalkabilir dediğiniz kelimeler hangileri?
Tedavülden kalkmalı dediğim çok var: Sıkıntı yok, paylaşımda bulunmak, kontrol sağlamak, tüketmek… Tüketmek Türkçede olumsuz anlamı olan bir şey. Güzel güzel kelimelerimiz varken İngilizceden bir dublaj Türkçesine dönüşerek oluşanlar gitsinler. Sevdiklerime gelince: Bilhassa, lakırdı, muhabbet...
Bu konudaki diğer haberler:
Görüntülenme:92
Bu haber kaynaktan arşivlenmiştir 13 Aralık 2025 09:03 kaynağından arşivlendi



Giriş yap
Haberler
Türkiye'de Hava durumu
Türkiye'de Manyetik fırtınalar
Türkiye'de Namaz vakti
Türkiye'de Değerli metaller
Türkiye'de Döviz çevirici
Türkiye'de Kredi hesaplayıcı
Türkiye'de Kripto para
Türkiye'de Burçlar
Türkiye'de Soru - Cevap
İnternet hızını test et
Türkiye Radyosu
Türkiye televizyonu
Hakkımızda








En çok okunanlar



















