Necip Fazıl hem fikren hem ahlaken beni dönüştürdü Kültür Sanat Haberleri
Yenisafak sayfasından elde edilen bilgilere dayanarak, Ankara24.com duyuru yapıyor.
Yarım asrı aşan yazın yolculuğunu öğretmenlikten gazeteciliğe, dağcılıktan yayıncılığa uzanan çok katmanlı bir hayatla örmüş bir isim: Mücahit Koca. 1969’da kaleme aldığı ilk hikâyeyle başlayan serüveni, yalnızca edebiyatla sınırlı kalmayan; inanç, tarih, medeniyet ve dava bilinciyle beslenen bir düşünce çizgisinin izlerini taşıyor. Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a uzanan usta-çırak halkasında yetişen Koca, 1970’lerin sert ideolojik ikliminden Sur Dergisi ve Sur Kitabevi’nin kuruluşuna, Balkanlar’dan Filistin’e ümmet coğrafyasının acılarını kayda geçiren şiirlerine kadar uzanan tüm yolculuğunu “yaşadığını itiraf etmek” olarak tanımlıyor. Bugün hem tanıklık ettiği çağın çalkantılarını hem de inancın merkezindeki diriliş fikrini eserlerinde yeniden anlamlandırmayı sürdüren Koca ile konuştuk.
Genç kalemleri dergiye kazandırmaya çalıştım
Yazın serüveniniz 1969’da bir hikâyeyle başlıyor. Öğretmenlikten dağcılığa, gazetecilikten yayıncılığa uzanan yolculuğunuzda edebiyat sizin için ne ifade etti?
Edebiyat hayatımın en başından beri merkezdeydi. Lisede herkes fen bölümüne giderken ben bilinçli şekilde edebiyatı seçtim. Ardından Bursa Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’ne girdim ve Türkçe–Edebiyat öğretmenliği yaptım. 1972-73 yıllarında Bursa’da Büyük Doğucu arkadaşlarımla Sur dergisini çıkardım. Hem yazdım hem genç kalemleri dergiye kazandırmaya çalıştım. İstanbul ve Bursa’da gazetecilik yaptım; köşe yazdım. “Övülmüş Şehir” romanımı Millî Gazete’de 155 gün boyunca tefrika ettim.
Dağcılık yıllarım Uludağ’ın eteklerinde şiire, oyuna, günlük ve denemeye dönüşen dört kitap olarak karşıma çıktı. Bursa’da Sur Kitapevi’ni kurarak şehrin edebiyat çevresini bir araya toplamaya çalıştım. Kitabevi 1987’de kapandı ama aynı yıl bu kez kendi kitaplarım için Sur Yayınları’nı kurdum ve yaklaşık 50 kitaba imza attım. Neruda’nın “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” kitabındaki arayış neyse, ben de edebiyata verdiğim emeklerle aslında yaşadığımı itiraf etmiş oldum.

Yazın dünyanızda tarih, inanç ve insan hep iç içe. Sizi besleyen temel kaynaklar nelerdi?
Necip Fazıl ve Büyük Doğu’yu tanımak beni hem fikren hem ahlaken dönüştürdü. Yazdıklarımın odağında milletimin kutsalları, değerleri ve onları gelecek nesillere aktarma çabası vardı. Zaman içinde bu “yeni nesil yetiştirme” gayesi daha da güçlendi. “Asım’ın Nesli” de bunun bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bizim geleneğimizde ustasız sanat olmaz. Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a, Nuri Pakdil’e uzanan çizgi benim için hem estetik hem dava bilinci açısından belirleyiciydi. 70’lerin ikinci yarısından itibaren Diriliş ve Edebiyat dergilerine yoğunlaştım. İlham kaynaklarım din, tarih, kültür, doğa ve insanı insan yapan değerlerdi. Yazdığım her metinde bunları kavratma arzusu vardı.
Hem estetiği hem duruşu üstatlardan öğrendik
Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un fikir dünyası sizin yazarlığınızda nasıl bir iz bıraktı?
Bugünün gençlerine anlatması zor ama o dönemde aydın bir Müslüman olmak gerçekten büyük dikkat isterdi. Üstatların bir kelimesini bile kaçırmak istemezdik. Necip Fazıl’ın bir konferansında, anlatılanları anlamadığını söyleyen birine “Biz sizin seviyenize inemeyiz, siz bizim seviyemize çıkacaksınız” demesi 50 yıldır zihnimde durur. Sezai Karakoç ise bambaşka bir zarafet sahibiydi. Bir gün, yanına gelip ileri geri konuşanlara neden karşılık vermediğini sorduğumda “Onlara ben de kızıyorum ama çocuklarının hatırı var” dedi. Bu ustalık hâli hem üsluba hem hayata dair bir terbiyeydi. Biz onların yanında hem estetiği hem duruşu öğrendik.

Yaşanan her zulüm bir şiire ya da yazıya dönüştü
“Bosna Kitabı”, “Kudüs’e Ağıt” ve “Mukaddes Hayat”ta inanç ve direniş iç içe. Sizce edebiyat acıyı taşımada nasıl bir sorumluluk üstlenmeli?
Edebiyat benim için yalnızca bir ifade biçimi değil, tanıklığın yükünü taşımanın da yoluydu. Filistin ve Bosna acıları en ağırlarıydı ama Bağdat, Doğu Türkistan, Çeçenistan, Myanmar da dikkat alanımdaydı. Yaşanan her zulüm bende mutlaka bir şiire ya da yazıya dönüşürdü. Edebiyat bu coğrafyalarda çoğu zaman siyasetin üstünde bir görev üstlenmiştir. Üstatlarımız da aynı hassasiyeti taşırdı: Sezai Karakoç’un yürürken bir anda “Afrika Afrikalılarındır! Afrika Müslümandır!” demesi, Nuri Pakdil’in Kudüs için yazdıkları, Zarifoğlu’nun Afganistan’a dair dizeleri bunun örneğidir.
“Kudüs’e Ağıt” ve “Mukaddes Hayat”ı yazarken sizi en çok etkileyen duygu neydi peki?
Mukaddes Hayat, Peygamberimizin hayatından kesitler sunan bir tür mevlittir. Amacım bilgi aktarmak değil, inanç ve şuur kazandırmaktı. Bizim şiir geleneğimizde Tevhit, Naat, Mevlit, Mirâciye hep vardır. Bu kitapta beni en çok etkileyen şey, Peygamberimizin söz ve örnekliğinin bir kez daha anıtlaşacak derecede büyük olmasıydı. Bir de şuna inanırım: Bir Müslümanın acısı diğerinin de acısıdır. Kardeşliğin gereği budur. İki Müslüman bir araya geldiğinde ilk konuşması gereken de bu dertlerdir.
Bu konudaki diğer haberler:
Görüntülenme:52
Bu haber kaynaktan arşivlenmiştir 20 Aralık 2025 17:21 kaynağından arşivlendi



Giriş yap
Haberler
Türkiye'de Hava durumu
Türkiye'de Manyetik fırtınalar
Türkiye'de Namaz vakti
Türkiye'de Değerli metaller
Türkiye'de Döviz çevirici
Türkiye'de Kredi hesaplayıcı
Türkiye'de Kripto para
Türkiye'de Burçlar
Türkiye'de Soru - Cevap
İnternet hızını test et
Türkiye Radyosu
Türkiye televizyonu
Hakkımızda








En çok okunanlar



















