“Biz üstünüz onlar noksan” Solun ötekini yaftalamasının düşünsel kökenleri Düşünce Günlüğü Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, Ankara24.com duyuruda bulunuyor.
Yekta Şirin / Metin Yazarı
Raymond Aron, Aydınların Afyonu adlı eserinde; “Sözde sağ faşistin, sözde sol komünistin müşterek tarafı totaliterci oluşları değil mi?” diye sorar. 20. yüzyılda yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmeler totaliter eğilimlere sahip sağ ve sol ideolojilerin aslında birbirinden farklı olmadıklarını gösterdi. Bu durum otoriterliği sağcılığın doğal bir semptomu olarak niteleyip özgürlükçü değerlere yaslanmaya çalışan sol için kolay kabul edilir değildi. Fakat tarihsel süreç Rusya’da yaşananların Hitler Almanya’sından, Kuzey Kore, Arnavutluk, Romanya gibi komünizmle yönetilen ülkelerin faşist İtalya’dan bir farkı olmadığını gösterdi.
YOK BİRBİRLERİNDEN BİR FARKI
Faşizmle sosyalizm arasındaki bu yakınlık sadece sonuçlar bakımından değil aynı hedeflere yönelmesi açısından da benzerlik gösterir. Friedrich A. Von Hayek, Kölelik Yolu’nda faşizmle sosyalizm arasında köklü ve yapısal bir ideolojik yakınlık olduğuna dikkat çeker. Hayek’e göre Nazizm köklerinde sosyalist etkiler bulunmasından ötürü faşizme evrilmiştir. Alman Nasyonal Sosyalist Parti’nin faşizme kayması siyasi bir tercih değil, sosyalist ontolojinin sonucudur. İki ideolojide de bireysel hakların merkezi amaçlar uğruna sınırlandığını belirtir. Raymon Aron da iki ideoloji arasındaki yakınlığın totaliter karakterlerinden kaynaklandığını söyler: Hitler’in totaliterciliği sağdır, Stalin’in totaliterciliği de sol. Çünkü biri fikirlerini karşı-ihtilâlci romantizmden alır; öteki, ihtilâlci akılcılıktan. Biri ferdiyetçi, millî yahut ırkçı olmak ister, diğeri ise tarihin seçkin bir sınıfına dayanarak cihanşümul olmak iddiasındadır.
Bu yakınlık ortadayken faşizmin eleştirilmesi karşısında sosyalizm güçlü bir eleştiriye tabi tutulmamaktadır. Liberal ve özgürlükçü çevreler sosyalizm ve faşizme dönük ortak eleştiriler geliştirse de genel olarak sosyalizmin yüceltilmesi söz konusudur. Prof. Dr. Atilla Yayla da “Faşizm deyince kastedilen İtalyan faşizmi ve Alman nasyonal sosyalizmidir. Aslında bunların her ikisi de sosyalizmden esinlenen fikir ve eylem öncüleri tarafından geliştirilmiş ve kurulmuştur. Alman Nazizmi sosyalisttir, ama kimse bunu hatırlamak istemez. Mussolini de bir eski sosyalisttir ve hiçbir zaman sosyalist fikirleri tamamen terk ettiğini açıklamamıştır” der.
MÜESSES SOSYALİST NİZAM
Bu algının oluşumunda hiç şüphesiz Batılı sol çevrelerin akademi, sanat ve medya gibi alanlardaki etkinliği önemli rol oynadı. Özellikle 1960 sonrası Batı solu Rusya merkezli siyasetle arasına mesafe koymaya çalıştı. “Yeni Sol” olarak tanımlanan bu hareketler Leninizmi eleştirerek farklı bir sosyalist tahayyül geliştirdi. Postmodern ve kimlik siyaseti merkezli yürütülen çalışmalar Batı’da ciddi bir karşılık buldu. Terry Eagleton gibi bazı Marksist düşünürler yeni solun kültürel kimliklere fazlaca odaklanmasından ötürü Marksist sınıf analizinden uzaklaşıldığını öne sürseler de sosyalizmin büyük anlatıları yerine kolonyalizm, çevre, feminizm, cinsiyet gibi başlıklar, üzerine en çok yazılan konular oldu.
Yeni solun Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biri olan Murat Belge de arkadaşlarıyla birlikte sosyalizmin otoriter rejimlere dönüşmesini eleştirdi. Türk solunun Kemalist paradigmayla, bu ideolojinin taşıyıcısı rolünü üstlenen ordu içindeki belli odaklarla “devrimci motivasyon” geliştirip darbecilik heveslisi tutumu Belge için büyük günahlardandı. Bu eleştirel tavırlarından ötürü Belge ve arkadaşlarının oluşturduğu çevre müesses sosyalist nizamın her daim hedefinde oldu, yaftalandı.
FARKLI SESLERE TAHAMMÜL EDEMEZLER
Sosyalist gruplar kendi içindeki farklı seslere tahammül etmedi. İtirazlar bastırıldı. Çünkü, Aron’un ifade ettiği gibi sol da baskıcı ve otoriterdir. Sol, muarızı olarak sağı ırkçılık ve faşizmle suçlarken aslında solun kendi tarihinde de ırkçılık ve faşizm yer almaktadır. Çünkü “kendini tarihin seçkin sınıfında” kodlar. İnşa ettiği konforlu alanda sol için keskin kategoriler vardır; örneğin geleneksel toplum, akıldan ve bilimden uzak, düşün(e)meyen yığınlardır. Pozitivizmin rehberliğinde aydınlanmış akılcı elitler topluma istikamet çizerler. Kendi pozisyonundan tereddüdü yoktur, durduğu yerin doğruluğundan şüphe etmez.
Sol, kendini koruma, üstünlüğünü muhafaza etme refleksiyle karşıtını ötekileştirici ve aşağılayıcı bir tutum geliştirdi. Bunu yaparken karşıt fikri yaftalar, sınırlandırır ve onu dar bir alana hapsederek söylem üstünlüğü kurmaya çalışır. Anlamaya çalışmaz, itham eder. Bu sayede onu etkisizleştirip, değersiz kılarak karşıtı üzerinde tahakküm oluşturur. Oysa empati yoksunluğu, ötekinin duygularını anlayamama ırkçılığın temel özelliklerindendir. Prof. Dr. Ebulfez Süleymanlı, ırkçılığın empati duygusu az olan kişilerde daha çok görüldüğünü ifade eder. Sosyal Psikolojinin en önemli kuramcılarından Erving Goffman, Damga adlı çalışmasında insanların toplumun makbul saydığı özelliklerden uzaklaştığında damgalandığından söz eder. Fiziksel, bireysel ve toplumsal kimlikle ilgili damgalamalardan bahsederken “damgalanmış bireyler, kendilerine mahsus bir aşağılanmanın ızdırabını çekerler” der.
MARAZİ BİR RUH HALİ
Goffman’ın yaklaşımı damgalayanın da niyetini açık eder: karşıtını aşağılamak, lekelemek ve zayıflatmak. Bu tavır siyasi bir tutumu da gösterir. İdeolojik bir üstünlükle, karşıtını susturmak. Faşizm tam da budur. Fakat aynı zamanda psikolojik bir gerilimi de yansıtır. Ötekinin ızdırap çekmesini hedeflemek, yara vermek ve yarayı derinleştirdiği oranda gizli bir haz duymak sorunlu bir ruh halini de yansıtır. Başkasını mutsuz ettiği oranda mutlu olması psikanaliz literatürde “Schadenfreude” kavramı etrafında ele alınmıştır. Almanca Schaden (zarar) ve Freude (keyif) kelimelerinin bir araya gelmesinden oluşan kavram “başkasının gördüğü zarardan keyif almak” anlamına gelir. Kıskançlık, haset, empati yoksunluğu, narsizm gibi farklı başlıklar etrafında ele alınan Schadenfreude’nin köklerine ilişkin bir diğer yaklaşım da “grup kimliğidir”. Bir kişinin belli bir gruba ait olması ve kendi grubunun dışındakileri “düşman hedef” olarak algılaması insanın ruhsal olarak karanlık bir dünyaya hapsolmasıdır.
KENDİNDEN OLMAYANI YAFTALAMANIN HAFİFLİĞİ
Genel olarak grup içinde kimlik edinmiş kişilerde bu tarz saldırgan tutum görülmektedir. Ruhsal bağışıklığın zayıflamasıyla kırılgan hale gelen benlik, gruba dönük en hafif eleştiriyi dahi kişiliğine dönük bir saldırı olarak görür. Gruba sıkı sıkıya bağlanır. Grubun dışına çekmeye cesaret edemez. Ötekini tehdit olarak görüp, ona karşı agresifleşir. Ötekini damgalayarak etkisizleştirmeye çalışır. Ayrımcı bir tavır geliştirir.
Dolayısıyla yaftalamayla/ayrımcılıkla ötekini aşağı görme yani ırkçılık arasında bir ilişki söz konusudur. Yaftalama (stigma) tarihi Antik Yunan’a uzanan geçmişe sahip bir kavramdır. Eski Yunan’da köleler ya da suç işlediğine inanılanların vücutlarında iz bırakacak yaralar oluşturulurdu. Goffman; “Bu işaretler bedene kazılır ya da yakılır ve taşıyıcının bir köle, suçlu veya hain olduğunun kanıtı olurdu. Böylece merasimle kirletilmiş, lekelenmiş olan söz konusu kişi, özellikle kamusal yerlerde kaçınılması gereken biri durumuna düşerdi” der.
Bugün ise damgalama fiziksel bir yara oluşturma şeklinde uygulanmayıp, bireylerin ya da toplumun etiketlenmesine evrilmiştir. Katı ideolojik yapıların kendileri gibi olmayanlara dönük sergilediği tavır tipik bir yaftalamadır. Solun herkesi ırkçılıkla ve faşizmle suçlaması da bir damgalamadır. Özgürlükçü tutumdan nasiplenememiş sosyalist cemaatler faşizmin tapusunu ele geçirmişçesine etrafına bu damgayı kolayca yapıştırmaktadır. Dilediği kişiyi emperyalizmin aparatı, gerici, cahil, ilkel, faşist diye yaftalayarak güç devşirmeye çalışır. Dinsel bir motivasyonla kurguladıkları cemaatlerine uyumlu olmayan herkesi küfürle dışlama yoluna giderek, tekfirci bir radikallik üretirler. Çünkü damgalanan dışlanır ve haklarından bahsetmek imkânsız hale gelir. Karşı taraf etiketlediğinde üstünlüğün ele geçirildiği algısı oluşur. Oysa üstünlük kurmanın da totaliter bir eğilim olduğunu unutmamak gerekir!
IRKÇILIĞIN MODERN PERFORMANSI
Sol gruplar damgalama sayesinde toplumsal ilişkilerde belli bir hiyerarşi de oluşturmaktadırlar. Sosyalist aydınların topluma tepeden bakma, kendileri gibi olmayan herkesi aşağılamalarının altında bu eğilim yatmaktadır. Kendi biricikliğine olan inançlarından ötürü toplumda en değerlinin kendileri olduğuna dair narsist bir eğilim baş gösterir. Toplum noksan kendileri üstündür. Cemaatin dışındakilere karşı önyargı geliştirirler. Kurgulanan stereotiplerle öteki üzerinde tahakküm kurmaya çalışır, ötekini dezavantajlı bir noktaya iterek, savunmada kalmasını, özgüvenini sarsarak kendinden şüphe etmesini sağlamayı amaçlarlar. Bu sayede entelektüel bir kontrol mekanizması geliştirdiklerine inanırlar.
Geçmişte ırkçılık ırk temelli biyolojik bir üstünlüğü kapsıyordu. Fakat modern dönemde ırkçılık daha kültür temelli bir anlayışa evrildi. Frantz Fanon, kendi kültürel değerlerinin diğerlerinden üstün olduğu düşüncesinin modern ırkçılığı yansıttığını ifade eder. Kendini aydınlanma düşüncesinin sıkı takipçisi olarak konumlandıran, bilimi, sanatı, felsefeyi, yüksek kültürü rehber edindiğini dile getirerek bu değerlerin uzağında olduğunu düşündüğü toplumu damgalayan sosyalist elitler ırkçılığın modern performansını sergilemektedirler.
NARSİSTİK KIRILMA
PKK’nın silah bırakıp kendini feshetmesi üzerine Türkiye’de yaşanan tartışmalarda da bu ırkçı tavır gün yüzüne çıktı. Sosyalist kamuoyu, silahlara veda edilmesine burun kıvırarak yaklaştı. Entelektüel bir şüphecilikten ziyade barışın tesis edilmesi için atılan adımları küçümseyici bir yaklaşım sergiledi. “Halkların kardeşliği” sloganı atan solcu gruplar, Türk ve Kürtlerin barış türküleri söylemesine karşı sürece köstek olmakta, barışı küçümsemektedir.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yaşanan bir diyalog solun bu ruh halini yansıtan ilginç bir örnekti. Kualia Analitik Felsefe Dergisi’nin kurucularından Hasan Ayer, PKK’nın silah bırakma sürecinde CHP’nin pozisyonunu değerlendiren bir mesaj paylaştı. “CHP’liler bugün bir kez daha şu gerçekle karşılaştılar: sistemde oyun kurucu değiller ve siyasal süreçler onlara rağmen gerçekleşiyor. Erdoğan’ın bugün Kuzey Irak ve Kuzey Suriye ile ilgili vurgularıyla paralel olan Türk-Kürt-Arap ittifakı da işin jeopolitik yönünü vurguladı.” Ayer, kendi durduğu yerden süreçle ilgili bir bakış açısı geliştiriyor. Buna katılmak ya da karşı çıkmak da doğaldır. Fakat Ayer’in bu yorumuna gelen cevaplar arasında Nezih Onur Kuru’nun yanıtı solun damgalayıcı tutumunu yansıtan nitelikteydi: “Neden AK Partili gibi tweetler yazıyorsun?”
Sosyal medyada CHP’nin başarısı için çalışan Nezih Onur Kuru, aşırı politik motivasyonu sebebiyle böyle bir mesaj yazmış olabilir. Beslendiği kaynakların onu nasıl damgacı bir noktaya ittiğinin belki de farkında olmayan Kuru, Hasan Ayer’in yazdıklarının doğru olup olmamasıyla ilgilenmiyor. Ancak Kuru, analizin gerçeklikle örtüşüp örtüşmediğine bakmadan, bir grup üyesi gibi tepki gösterip hakikatin ne olduğunu da umursamıyor. Cemaat taassubuyla konunun sadece fayda-zarar kısmına odaklanıyor. Oysa bu grupçu fanatizm, ırkçı bir tavır göstermesine neden oluyor. O cemaat yapısı içinde AK Partili gibi olmanın, bir AK Partiliye benzetilmenin olumlu bir algıya sebep olmadığını düşündüğünden Ayer’i damgalayarak itibarsızlaştırmaya çalışıp, hedef gösteriyor. Bizden görünüp onlar gibi hareket edenin etrafını boşaltarak, kimsesizleştirerek, kendinden olanların linçine hazır hale getiriyor.
SARRAF BAĞIRMAZ BAĞIRANLAR ESKİCİLERDİR
Genç araştırmacıların kendileri gibi düşünmeyenlere dönük bu düşmanca tutumunun altında beslendikleri kaynakların ırkçılığa ve ayrımcılığa müsait oluşu ve aynı zamanda ülkemizdeki entelektüel muhitler üzerindeki sosyalist hegemonyanın etkisi olduğu söylenebilir. Maalesef sosyalist düşüncenin devrimci motivasyonu hıncı beslemektedir. Ötekinin varlığına, inancına saygı duymaktan ziyade onu dönüştürülmesi gereken, hep bir eksiklikle malul olarak alımlamaktadır. Onun varlığına, inancına bir saygı duymak yerine onu zorla dönüştürmeyi hedefliyor. Sosyalistlerin çatışmacı ve kavgacı bir tutum sergilemeleri bu kabullenememeyle ilgili gözükmekte. Kendini biricik, karşısındakini ise eksik gören bu davranış narsist kişilik bozukluğunu çağrıştırır. “Biz doğruyuz, onlar yanlış” algısı kişinin kendine duyduğu güvensizliği de yansıtır. Kendi başarısızlığını, eksikliğini kabullenemeyen birey, savunma mekanizması geliştirerek kusurlarını karşı tarafa yansıtır ve “onların” yanlış içinde olduğunu söyleme ihtiyacı hisseder. Bu bir anlamda kendi rahatsızlığını dışa vurma biçimidir. Bu sebeple sürekli çatışma halindedir ve bağırır. Grubun dışındakilerle sağlıklı iletişim kurmaz. Yukardan, bağırarak konuşur. Oysa kıymetli bir ürünü olduğunu bilen sarraf bağırmaz, bağıranlar genelde eskicilerdir.
Bu konudaki diğer haberler:
Görüntülenme:58
Bu haber kaynaktan arşivlenmiştir 24 Ekim 2025 04:02 kaynağından arşivlendi



Giriş yap
Haberler
Türkiye'de Hava durumu
Türkiye'de Manyetik fırtınalar
Türkiye'de Namaz vakti
Türkiye'de Değerli metaller
Türkiye'de Döviz çevirici
Türkiye'de Kredi hesaplayıcı
Türkiye'de Kripto para
Türkiye'de Burçlar
Türkiye'de Soru - Cevap
İnternet hızını test et
Türkiye Radyosu
Türkiye televizyonu
Hakkımızda








En çok okunanlar



















