Üniter devlet ekseninde anadil eğitimi
Halktv sayfasından alınan verilere göre, Ankara24.com bilgi veriyor.
“Ülkemizde ulus devleti demokrasi ilkeleri bağlamında ortak değerler üzerine daha çok güçlendirerek inşasını sağlama bağlamında ve bölgemize yönelik yeni tehdit algıları karşında eğitim dilini emperyalist güçlerin “böl-parçala-yönet” stratejisine alet etmemek, kültürel ayrışmayı getirecek tehlikelerden korumak gerekir.”
Prof. Dr. Feyzi Uluğ ile üniter devlet ve anadil eğitimi konusunu konuştuk.

Sn. Hocam, biliyorsunuz son aylarda çözüm süreci meselesi ülke gündeminde yer işgal eden önemli konular arasında yer almakta. Bu arada anadilde eğitimin de çözüm süreci içindeki konulardan birisi olduğu anlaşılıyor. Bugün sizinle, yıllardır eğitim yönetimi alanında hizmetler veren, ama aynı zamanda da kamu yönetimiyle yakından ilgilenen bir akademisyen olarak, üniter devlet ve anadil eğitimi konusunu konuşmak, bununla ilgili değerli görüşlerinizi almak istiyoruz.
İlk sorum şöyle olacak:
Devlet sistemlerinde üniter devlet, federal devlet gibi çeşitli kavramlar var. Bunlardan ne anlamamız gerekir, kısaca açıklar mısınız?
Üniter devletten önce devlet kavramını tanımlayarak söze başlamak isterim. Devlet, bir ülkede siyasal olarak örgütlenmiş kendine özgü işleyiş kuralları olan hukuki bir varlıktır ve üç temel direk üzerine oturur: Ülke, halk ve egemenlik. Nitekim, devlet öncelikle sınırları belirli bir toprak parçası üzerine kurulur ki biz buna ülke diyoruz. Bu toprak üzerinde yaşayan topluluk yani halk ya da halklar da ulusu (millet) oluşturur. Ulus, aslında devleti kuran yapının sosyal öğesidir. Egemenlik ise, iktidar ve bağımsızlığa vurgu yapar; devletin yasama, yürütme ve yargısal yetkilerinin tümünü kapsar.
Siyasetbilim alanyazını üzerinden devlet türlerine baktığımızda, bunun şeklini kurucu gücün (irade) belirlediğini söylememiz gerekir. Bu düzlemde devleti ortaya çıkaran koşullar şekli de tayin etmektedir. Yaygın iki devlet şekli ise tekçi ve bileşik devlettir. Peki üniter devlet nedir? Üniter devlet, merkezi yönetim esaslarına göre yönetilen “tekçi” devlet yapılanmasıdır. Bir başka anlatımla da ülke, ulus ve egemenlik öğeleri bakımından; yasama, yürütme ve yargı organlarıyla birlikte bir bütün olarak teklik özelliğine sahip devlet biçimidir. Üniter devletlere Türkiye ile birlikte; Fransa, İngiltere, İtalya gibi pek çok ülke örnek verilebilir. Teklik, devletin bölünemez, ayrıştırılamaz bütünsel bir yapı olmasını anlatır. Tekçi yapı yasama, yürütme ve yargı yetkisini merkezde toplar, yani yetki merkezcidir. Dolayısıyla merkeziyetçilik bu yapının karakteristik yanıdır. Tüm ülkeyi kapsayan ve her tür yapı ve kişiyi bağlayan anayasa ve tekli hukuk sistemi de yine bu devlet şekline özgüdür.
Üniter devlet dışında bir başka yaygın devlet şekli de bileşik devlettir. Bileşik devlet, iki ya da daha çok devletin sıkı ya da gevşek bağlarla birleşmelerinden ortaya çıkar. Bileşik devlet konfederasyon ya da federasyon şeklinde olabilir. Konfederatif devletlerde; birden çok bağımsız devlet uluslararası hukuki kişiliklerini koruyarak bir araya gelip bir tür devlet topluluğu oluşturmaktadır. Örneğin, İsviçre Konfederasyonu bu türdedir. Her kantonun kendi anayasası, yasaları, hükümeti ve parlamentosu vardır. Öte yandan federasyon türünde ise, uluslararası kişiliğe sahip bir merkezi devlet altında toplanan bölgesel devletler aralarında anayasal yetki paylaşımı yaparak kendine özgü bir devletler topluluğu oluşturmaktadır. Bu yapıda kritik nokta, federal ve federe devlet arasındaki iktidar bölüşümünün anayasa ile tayin edilmiş olmasıdır.
Konu açılmışken hemen belirteyim, ulus devlet ile üniter devlet arasındaki ilişkiyi de ortaya koymak gerekir. Ulus (millet); ortak tarih bilinciyle aynı ülkede dil, ülkü, duygu, inanış, gelenek, görenek birliği içinde yaşayan, aynı ya da benzer kültürel değerleri paylaşan topluluktur. Bu tanımdan hareketle ulus devlet; güç ve bağımsızlığını ulusun yasama, yürütme ve yargı yetkisinden, yani egemenliğinden alan devlet olarak tanımlanabilir. Bu noktada devletin politik ve jeopolitik bir varlık olmasına karşın, ulusun, kültürel ve etnik bir varlık olduğunu belirtmek gerekir. Ulusta, yaygın durum, aynı dil ve inanışın ezici çoğunluğu kapsar olmasıdır. Peki üniter devlet bir ulus devlet midir? Hemen belirtelim, üniter devletler genellikle ulus devlet formundadır. Ancak, ulus devlet için aynı zamanda üniter devlet olmak koşul değildir. Yani, ulus devletin mutlaka ‘üniter devlet’ olması gerekmez. Örneğin Almanya federal bir devlet sistemine sahiptir, ama ulus devlettir.
Anayasa ve hukuk sistemimiz açısından üniter devlet konusunda çizilen çerçeve ve merkezden yönetim kavramından ne anlamamız gerekir?
Türk hukuk sistemine bakıldığında az önce belirtmeye çalıştığım üniter devlet tanım ve özelliklerinin Anayasa ve yasalar açısından geçerli olduğunu görürüz. Nitekim Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez 3’üncü maddesine göre “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” Bu hüküm açık biçimde devletin üniter bir devlet olduğuna işaret eder. Anayasada TBMM’ye verilen yasama, Cumhurbaşkanına verilen yürütme ve yargı organlarına verilen yargılama yetkisi tüm ülkeyi kapsayıcı ve bağlayıcı niteliktedir.
Anayasaya göre, yürütme işlevi açısından idare, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olup kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır (Md. 123). Merkezi yönetim yapısal bakımdan başkentte konuşlu merkez ve onun uzantıları olan (kısaca taşra dediğimiz) il ve il altı kademelere ayrılır. Merkez uzantıları yetki genişliği ilkesine göre yönetilir. Yetki genişliği sisteminde merkeze ait yetkilerin bir kısmı taşra (valilik) birimleri eliyle kullanılmaktadır. Bunun yanında yine Anayasaya göre, il ve il altı (ilçe-köy) yerleşimlerde yerel gereksinimleri gidermek üzere yerinden yönetim ilkesi bağlamında yerel yönetim kuruluşlarının kurulmasına (belediye, özel idare) olanak sağlanmaktadır. Burada yetki genişliğinden farklı olarak merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında yasayla kurulan bir yetki paylaşımı düzeni (âdem-i merkeziyet) söz konusudur. Kurala göre, merkez ve yerel yönetim organı arasındaki yetki bölüşümünde yetkiyi üstlenen, vesayet yetkisi sınırları içinde üstlendiği yetkiyi kendi başına kullanma hakkı elde etmektedir. Özellikle tekçi Avrupa ülkelerinde yerinden yönetim kuruluşlarına verilen yetkilerin Türkiye’de olduğundan çok daha geniş ölçekteki hizmet konularını kapsadığı görülmektedir. Öte yandan, yerel yönetimler ancak üniter sistemin kendilerine verdiği yetkiler içinde düzenleme yapabilir, yasalardan bağımsız düzenlemeye girişemezler. Burada şunu da belirtmeden geçmeyelim: Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda (1985), yerel yönetimlerin özerkliği koşul olarak getirilmiş olsa da Türkiye bu düzenlemeyi 1992’de ancak kimi maddelerine çekinceler koyarak onaylamıştır. Bugünkü Mevzuat yönüyle sözü edilen Yerel Yönetimler Özerklik Şartının gereklerine aykırılıklar konusunda çeşitli akademik ve siyasi tartışmalar olduğunun altı çizilmelidir.
Bu noktada üniter devlet tanımıyla doğrudan ilgili olan idarenin bütünlüğü ilkesi, farklı kamu tüzelkişiliklerinden oluşan kuruluşların kendi aralarında bir uyum içinde işlevlerini sürdürmelerine vurgu yapmaktadır. Bunun araçlarından birisi merkezi yönetime ait olan yönetsel vesayet yetkisidir (Md.127). Öte yandan Anayasa, devlet kuruluşlarının kendi içlerindeki bütünlüğü gerçekleştirmek için hiyerarşik yetki düzenini öngörmektedir (Md.137). Üniter sistemin getirdiği merkeziyetçi yapı, yetki tekelini elinde bulundurma bakımından, yürütmeye ilişkin ülkedeki hemen tüm yetkilerinin yönetiminde söz sahibi olmasına karşın, ülkelere göre görece daha az merkeziyetçi üniter devlet uygulamaları bulunduğunu da söylemek gerekmektedir.
Üniter devlet ile anadilde eğitim arasında ne tür bir ilişki vardır? Türkiye özelinde bu konuda neler söylersiniz?
Bu soruya geçmeden önce dünyada konuşulan nüfusa göre bir bölümü kaybolmaya yüz tutmuş irili ufaklı nüfusa sahip farklı topluluklara özgü üç bine yakın dilin varlığından söz edildiğini belirtmiş olalım. Kimi kaynaklarda bu sayı yedi bine kadar genişlemektedir. Bu kadar çok dile karşın BM’nin tanıdığı 193 ülke vardır. Dolayısıyla da hemen her devlet içinde konuşulan birden çok dil söz konusu olabilmektedir. Ancak, konu resmi dil olduğunda durum farklıdır. Nitekim yakından bakıldığında devletlerin ezici kısmında o ülkede yaşayan çoğunluk nüfusun konuştuğu dilin “tek resmi dil” olarak benimsediği görülmektedir. Pek çok ülkede konuşulan farklı yerel diller olmasına karşılık, farklı tür ve statüye ve elbette farklı koşullara sahip 65 dolayında devlette, birden çok dil ulusal düzeyde resmi dil işlemi görmektedir. Bunlar genelde federatif özellikteki devletlerdir. Burada şunu da söylememiz gerekir ki, farklı dillerin konuşulduğu hemen her ülkede resmi dil de eğitim dili de ciddi tartışmaları yanında getiren canlı bir konu özelliği taşımaktadır.
Türkiye bağlamında konuya yaklaşırsak, Anayasanın değiştirilemez nitelikteki 3’üncü maddesi devletin resmi dilini Türkçe olarak hükme bağlamıştır. Yine anayasanın eğitim ve öğrenim hakkıyla ilgili 42’inci maddesinde kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı öngörülürken, anılan maddenin devamında, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmüyle, ülkede konuşulan Türkçe dışındaki yerel dillere resmi dil statüsü kazandırılmasının önü kapatılmıştır. Bununla birlikte bu durumun TBMM çatısı altında birkaç ay önce kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu bağlamlı çözüm süreci arayışları içinde kültürel haklar bağlamında önemli bir tartışma alanı potansiyeline sahip olduğu da ortadadır.
Türkiye’de resmi dil tartışmalarının tarihsel arka planına bakıldığında bunun 1876 yılında çıkarılan ilk anayasa olan Kanun-i Esasi’ye kadar uzandığı görülmektedir. Osmanlı Devleti’nde ilk kez bu yasayla Türkçenin resmi dil olarak anayasal bir statü kazandığı görülmektedir. Sonraki anayasalarda da Türkçe resmi dil düzenlemesi korunmuştur. Bu biraz da anayasal yurttaş kimliğiyle ilgili bir konudur. Çünkü Anayasaya göre, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” (Md.66). Böylece devlet Türk devleti olarak tanımlanırken, Türklük belirli bir ırk, mezhep, ten rengi, sınıf ayrımı yapılmaksızın ülkede yaşayan her yurttaş açısından bu kültürel tanım içine dahil edilmektedir. Dolayısıyla Türk olmak anayasal bir kimliktir, farklı inanış ve etnisiteden olmak, farklı dilleri konuşmak anayasal kimliği taşımayı engelleyici değildir.
Üniter devlet ve resmi dil konusuna gelecek olursak şunu söyleyebiliriz. Üniter devlet teknik olarak toplumun tek dilli olması anlamına gelmez. Çünkü üniterlik, yönetim sistemiyle ilgilidir. İktidarın tam anlamıyla merkezde toplanmasıdır. Bununla birlikte üniterlik=tek ulus=tek dil çıkarımı hemen tümüyle siyasal ve konjonktürel etmenlerin bir sonucudur. Belirleyici öğe, ülkenin içinde bulunduğu siyasal coğrafya, kültürel entegrasyon düzeyi, ortak tarih ve ülkü birliği gibi öğelerdir. Nitekim bunun yansıması da üniter devletlerin çok büyük kısmının tek resmi dilli olmasıdır. Dahası federal sistemlerden kimilerinde de tek resmi dil ve onun eğitimi söz konusudur. Avrupa ülkelerine bakıldığında da üniter ve federatif sistemlerde genel uygulama tek resmi dilin varlığı şeklindedir. Bu ülkelerde nüfusun çoğunluğunun konuştuğu dil, resmi dil olarak benimsenmektedir. Açıklamalar ışığında tek resmi dile ve eğitim diline sahip ülkeler arasında ülkemizden başka; Fransa, İtalya, Portekiz, Polonya, Norveç, Çekya, Macaristan, Japonya, Güney Kore, İran, Yunanistan gibi çeşitli ülkeler sayılabilir. Bunlar aynı zamanda merkezi tek bir hükümetin olduğu ve tek bir dilin ülke genelinde resmi iletişim ve yönetim dili olarak benimsendiği ülkelerdir. Sayılan ülkelerden kimileri tek resmi dilli ama çok etnik yapılı bir özellik de göstermektedir. Bu durumun, ilgili ülkelerde zaman zaman çeşitli sosyal, kültürel ve siyasi gerilimlere yol açabildiğinin altını çizmek de gerekir.
Öte yandan birden çok eğitim dili olan üniter devletler de vardır. Bunlar ülkenin merkeziyetçi yapısına karşın, azınlık dillerini ya da yerel düzeyde yaygın olan farklı dilleri eğitim sistemine entegre etmişlerdir. Bu duruma ilişkin ülkeler arasında İspanya, Finlandiya, İrlanda, İsrail, Lüksemburg, Belurus ve Filipinler sayılabilir. Burada şu noktayı da önemle vurgulamak gerekir ki o da üniter yapılı uluslaşma süreci süren (buna ilişkin kaygıları devam eden) bir devlette çoklu resmi eğitim dili uygulamak; süreç içinde ortak iletişimi, kültür ortaklığını kaçınılmaz biçimde zedeleyip parçalamak demektir. Bu bir anlamda da anadilde eğitimi politik, sosyal, kültürel açıdan ulus devlet entegrasyonunu zayıflatmanın, onu ayrıştırarak çökertmenin yapısal aracı konumuna getirmektir. Konu Türkiye olduğunda, bunu Cumhuriyetin temel felsefesi, kuruluş değerleri ve üniter niteliğiyle örtüştürmek olası değildir.
Uluslararası belgeler açısından anadilde eğitim konusundaki hukuki çerçeve nedir, açıklar mısınız?
Anadilde eğitim konusunu Türkiye’nin de tarafı olduğu uluslararası belgeler açısından ele aldığımızda bunların başında “BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” (1948) gelir. Anılan bildirgeye yakından bakıldığında burada anadilde eğitime ilişkin açık ya da kapalı hiçbir hükmün yer almadığı görülecektir. Bir başka başvuru kaynağı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950)’dir. Burada da anadilde eğitimle ilgili herhangi bir hüküm yer almamaktadır. Aynı biçimde BM Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşmesi (1960) de buna dönük bağlayıcı bir düzenleme getirmemekte, ancak azınlıklarla ilgili kimi hükümler dikkat çekmektedir. Peki hukuki açıdan Türkiye’de azınlık kimdir? Bunun yanıtı Lozan Barış Anlaşmasında ortaya konulmuştur. Anlaşmayla bir ulus devlet doğarken, ulus olarak bu coğrafyada yaşayan Müslümanları, azınlık olarak da gayr-i Müslümleri tanımlamıştır. Azınlık tanımlaması etnisite değil, dini inanç üzerinden yapılmıştır. Konuyla ilgili bir başka belge de BM Siyasi ve Medeni Haklar sözleşmesi (1966)’dir. Burada da azınlıklar dışında kalanlar için bir düzenleme yoktur. Sözleşmede, dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, “azınlık mensubu kişilerin kendi dilini kullanmasına engel olunamaz” hükmü yer alırken, eğitim konusu üzerinde durulmamaktadır. Diğer bir belge BM Ulusal, Etnik, Dini ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi (1993)’dir. Burada da yine sadece azınlıklarla ilgili kimi öneriler yer almaktadır. Konuya BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (1989) yönüyle bakıldığında, bu sözleşme konuyla ilgili daha farklı bir çerçeve çizmektedir. Buna göre, taraf ülkeler “çocuğun kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, yaşadığı ülkenin ulusal değerlerine ve kendisinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi” olduğunu kabul ederler (md.29). Aynı şekilde sözleşmeye göre anadili farklı olan «yerli halkların varolduğu devletlerde, yerli halktan olan çocuk, kendi kültüründen yararlanma, uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz» (md.30). Türkiye anılan sözleşmenin belirtilen hükümlerine, T.C. Anayasası ve Lozan Anlaşması hükümlerine ve ruhuna uygun olarak yorumlama hakkını saklı tutma gerekçelendirmesiyle çekince koymuştur. Son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına bakıldığında da mahkemenin resmi dil seçimini ilgili devletlerin takdir yetkisi kapsamında değerlendirdiği görülmektedir.
Anadil eğitimi ile anadilinde eğitim kavramları arasındaki fark nedir? Türkiye üzerinden bir değerlendirme yapar mısınız?
Kavramlar nesne, duygu ve düşüncelerin soyut tasarıma dayalı anlam yükleridir. Dolayısıyla yüklenen anlamlar üzerinden kavramlar algısal gerçeklik kazanırlar. Buna göre sıradan yurttaş açısından «anadil eğitimi» ve «anadilde eğitim» eş kavramlar olarak algılansa da bu ikisi tümüyle farklı özelliğe sahiptir. Anadil eğitimi özünde anadil öğretimine yöneliktir. Çocuğun doğuştan başlayarak ailesi içinde öğrenip kullandığı dil, anadildir. Bu bakımdan «anadil eğitimi», çocuğun formal ya da informal yollarla kazandığı ana dilini ve bu dilin kural, yöntem ve uygulamalarını öğrenmesi amacıyla yürütülen her türlü eğitim etkinliğini kapsayan bir kavramdır. Dolayısıyla anadil eğitimi, okul süreçleri açısından bu dile sahip olanlara yönelik o dili bilimsel yöntemle kazandıracak ders ya da dersler üzerinden yapılan öğretimi açıklamaktadır. Anadilde eğitim ise, bir topluluğun kendi konuştuğu dil her ne ise onun üzerinden formal eğitime tabi tutulması demektir. Buna göre, anadilde eğitim, eğitim programında yer alan tüm derslerin ve eğitimsel etkinliklerin çocuğun kendi dilinde olmasıdır. Bu eğitim; okul öncesinden başlayarak yükseköğretimin sonuna kadar olan tüm eğitim kademelerini kapsayacak genişliktedir. Dolayısıyla, açıklanmaya çalışıldığı üzere anadil eğitimi ile anadilinde eğitim farklı şeylerdir. Sonuçta, anadilde eğitimden, ulusal topluluk içinde farklı anadile mensup yurttaşların kendi dilinde eğitim öğretim süreci içinde yer alması anlaşılır ki bunun örtük yönü de çok dilli bir ulus tasarımıdır.
Konuya Türkiye açısından yaklaşıldığında da ulusu uluşturan toplulukların kendi anadilinde eğitimini savunanlar, aslında çok dilli bir ulus tasarımını savunmuş olmaktadır. Buna göre genel nüfusa oranı farklı kaynaklarda farklı sayılarla dile getirilse bile, Türkiye’de nüfus bakımından irili ufaklı 26 etnik grup ve o kadar da anadil olduğu kabul edilecek olursa; okullarda Türkçe dışındaki birçok dil (Kürtçe, Arapça, Çerkezce, Boşnakça, Lazca, Tatarca, vd.) üzerinden eğitim yapılması gerekir. Oysa ortak dil, ortak iletişim aracıdır. Bu anlamda resmi dilin yani Türkçenin tek eğitim dili olarak kullanılması aynı zamanda ulusal ülkü birliğinin de temelidir. Resmi dil dışındaki diller için anadilde eğitim denildiğinde bu gerçeklikten uzaklaşılmakta, dilin oluş ölçeğinde ortak iletişim aracı olma özelliği ortadan kaldırılmaktadır.
Sonuç olarak ülkemizde ulus devleti demokrasi ilkeleri bağlamında ortak değerler üzerine daha çok güçlendirerek inşasını sağlama bağlamında ve bölgemize yönelik yeni tehdit algıları karşında eğitim dilini emperyalist güçlerin “böl-parçala-yönet” stratejisine alet etmemek, kültürel ayrışmayı getirecek tehlikelerden korumak gerekir. Bu da eğitim dili olarak tek resmi dilin önemini ortaya koymaktadır. Ama elbette, bu yapılırken o arada da yerel toplulukların dillerini geliştirme ve destekleme yoluyla yerel kültürlerin yaşatılmasına arka çıkılmasını da desteklemek gerekmektedir. Bu bağlamda demokratik sistem bağlamında, anadili resmi dilden farklı ise, uluslararası belgeler ve modern demokratik devlet gereklerinden hareketle anadilini öğrenmek herkesin hakkı olmak gerekir. Bunun için, yeterli talebin oluştuğu bölge ve okullarda “yerel/mahalli dil” şemsiyesi altında anadili öğreten seçmeli derslere yer vermek uygun yaklaşımdır. Kaldı ki bu uygulama bir süredir de zaten devam edegelmektedir. Son söz olarak şunu açıklıkla belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal coğrafya ve konjoktürel etmenler açısından ulus devletin çimentosu tek resmi dildir. Bunu çoklu resmi dile dönüştürüp gevşetecek, toplumsal ayrışma yaratacak her uygulama, ulusal birlik ve bütünlük üzerinden ulus devleti çökertme riskini de yanında taşıyacaktır.
Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...
Bu konudaki diğer haberler:
Görüntülenme:83
Bu haber kaynaktan arşivlenmiştir 22 Ekim 2025 05:03 kaynağından arşivlendi



Giriş yap
Haberler
Türkiye'de Hava durumu
Türkiye'de Manyetik fırtınalar
Türkiye'de Namaz vakti
Türkiye'de Değerli metaller
Türkiye'de Döviz çevirici
Türkiye'de Kredi hesaplayıcı
Türkiye'de Kripto para
Türkiye'de Burçlar
Türkiye'de Soru - Cevap
İnternet hızını test et
Türkiye Radyosu
Türkiye televizyonu
Hakkımızda








En çok okunanlar



















